24 Eylül 2011 Cumartesi

Otobüste Andy Timmons Var

Tıkış tıkış otobüste ,sabahın götünde, büroya gidiyorum. Çok sıcak... Her suratta bir sıkıntı; herkes birbirinden tiksinç buna mukabil herkes de birbirinden tiksiniyor. Kulağımda müziğim, ortamdan soyutlamaya çalışıyoruz kendimizi; müziğin dünyası ve benim dünyam… O anda Andy Timmons’ın “farmer sez” parçası başlıyor. Andy’ye kolumu atıyorum, o çalıyor; takmıyor pek beni. Hehehe… Herkesin suratlarına bakıp gülesim geliyor. Bu kadar insan sıkışmışlar bir tarafa doğru gidiyorlar; hayata karışmaya çalışıyorlar. İçimden durumun komikliğine(!) gülüyorum; kıs kıs ve kıs. Müzik tamamen o anki ruh halimi değiştiriyor; her şeyi zixtir etsem şimdilik diyorum.

Bir anda bu gün büroya gitmeyip, gezesim geliyor…….. Büroya varıyorum; Andy Bey’le vedalaşıyoruz.

““Beynimi “icra”ya verip, beynimin “iflas” etmesini bekliyorum “hukuku””
Andy bana götüyle gülüyor…

25 Ağustos 2011 Perşembe

DELİCE AŞK

Karşıdan geliyorlardı el ele… Altına bir Jan Tiersen parçası koymak gerekirdi. Yüzlerinde” delice” bir gülümseme. Sanki bizim yaşadıklarımız delice aşklar değilmişçesine bir delilik hakim… Karşıdan geliyorlardı ; siyah beyaz ve müzik kulaklarım(ız)da. Kalabalığın ortasında o kadar başıboştular… Kalabalığın tamamen dışında herkese ve her şeye göre çok fazlaydılar.
Deliler! Belki de saraylarına gidiyorlardı; belki de ikisi de harika giyinmişlerdi. Belki de akşam gecenin en pahalı mekanlarında oturacaklardı. Deliliğin en güzelini yaşıyorlardı. Gerçeklerle yaşayıp gerçek mutluluklara (!) ulaşmaya çalışırken biz; onlar sadece delirmişlerdi ve elleriyle birleştirmişlerdi deli cennetlerini. Suratlarında bu dünyada olmayan bir deli mutluluğu; artık bizden daha yukarıdalar, biliyorum. Bize bakıp, ne kadar mutsuz olduğumuzu düşünecekler.
Yırtık pırtık üstülerinde her yerlerine çöpleri, poşetleri sıkıştırmışlar. Pisler; çok pisler. Saçları yılları süpürmüş.; elleri kaldırımları… O elleriyle, biri, üstüne sıkıştırdığı su şişelerinden birini çıkartıp sevgilisine veriyor; şişeyi alıyor diğeri; dünyanın en mutlu insanı artık o! İşte.. bu kadar… Hemen delirmeliyiz. Yoksa, aslında, yılları süpüren saçlarımızı ve kaldırımlardaki ellerimizi gizlemeye devam edeceğiz.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Bir an aynadaki kendimi ben zannettim....
........................................
...............Sonra.........................
.........................................
.........................................
Yaşıyor muyum diye aynayı çimdikledim....
........................................
.........................................
..........................................
...........................................
Yaşıyormuşuz...

25 Aralık 2010 Cumartesi

Ben Bu Beyne Sokarım...

Beynim kendine isyan ediyor
Karışıklık…
Kafamın altındakiler üstündekilere hükmediyor;
Kafamın üstündekiler altındakilerle uğraşıyor.
Yani anlayacağınız dostlar; “üstüme” iyilik sağlık;
“Başımıza” bir şey gelmesin…

3 Ekim 2010 Pazar

Yok olmak mı?

Ben hala; varım,
Yoğum ortada,
Ve çok yalnız.

16 Şubat 2010 Salı

Ara Sınavlara Yakın Bir Zamanda, Dünya'ya Uzak Yaşantılar...(Ne zaman yazılmış ; hatırlayamıyorum)

























Yaklaşık 4 saattir hiç yerimi değiştirmeden kulaklıklarımı takıp müzik dinlediğim salonun orta yerindeki koltuktan yazıyorum. Kafayı yememek için kendime birkaç neden arıyorum aslında… 2 gündür sabah 8 de yatıp öğlen 2 de kalkıyorum, 15 ila 30 dk arası ders çalışıyorum, sonra akşama kadar müzik dinliyorum, gitar çalıyorum. Bir an önce bu s.ktimin yerinden kurtulmaya bakıyorum; hiçbir şey yapmadan sadece, vizelerden sonra, uçakla döneceğim günü bekliyorum.
20 yaşında genç bir insan olarak günün 93284029 saatti evde oturmak gerçekten ileriye dönük umutlu bir bakış içinde olmanı sağlıyor. Bir gün ayrıca deneyiniz… Düşünmeye çok zamanınız oluyor; pişmanlıkları, b.ktan yaşantınızı, ileriyi…
Modern insanın sıçık bunalımları içindeyim. Modernleştikçe sıkıntı daha da artıyor. Mesela şu an çok modernim; kulağımda kulaklık, önümde laptop... “Kamu kavramı da modernite ile ortaya çıkmış” onu düşünüyorum; kendimi kamusal alanlarda görmek isterim, devlet beni ıslah etsin. Bir de şunu düşünüyorum; böcekleri. Hani eziyorsun ya böyle fıçk! Diye pörtlüyor hayvan. Heh onu diyorum o ne güzel şeydir, işte onu düşündüm. Dedim ya düşünmeye çok zaman oluyor.
Tıpa kulaklığın artık beynime yapıştığı ve bana ait bir organ olduğu şu dakikalarda, apocalyptica ‘ nın farewell şarkısının son 1 dk sına girmiş bulunmaktayız ki gözlerimde bir dolma oluyor ister istemez, o çello bana girer.
Son 3 günde 4–5 defa bilgisayarın masaüstü temasını değiştirdim. Ne koysam diye çok düşündüm. Her 30 dk da bir boş boş oraya baktığım için hep aynı resmi görmek çok sıkıyor. Şimdi bir dağ resmi koydum; teknoloji sayesinde oturduğum yerden manzara seyrediyorum, çok mutluyum Allah’ ım!
Telefonumu sadece saatte bakmak için kullanıyorum; her saat başı telefona bakıyorum ve “evet, ben telefonu sadece saatte bakmak için kullanıyorum” diyerek kendi kendimi doğru-luyorum ancak kendimi bir türlü doğru-ltamıyorum o kötü; Hep aynı pozisyonda oturmaktan bel ağrısı çekiyorum. Konuyu dağıtmadan diyeceğim şudur; arada bir çal be ağzına s.çtığımın telefonu! Bir çal götünün yağını yediğimin telefonu! Yok, ben kendime yeni şeyler bulmalıyım; mesela telefonun masaüstündeki resmini değiştireyim. Oh be! Vallahi değişik oldum…
Sen burada otururken içerde aynı bölümden bir arkadaşının çılgınlar gibi ders çalışması da ayrı bir psikolojik mutluluk yaratıyor; o kitaplar boy boy…….. Şu an dövseler ( Kıbrıs ağzında ne olduğunu araştır bul ) dersle alakalı tek bir şey okumam! Ulan ne yazmışım diye yazdığım yazının öncesine bakmaya üşenen boktan bir adam formundayım zaten. Bence ben açık öğretimden hukuk okumalıyım; burada iyice kapandım, devlet beni açsın.
Sıkıntıdan ona buna bulaşır oldum; kimsenin beni uçkuruna taktığı yok. Teknoloji harikası telefonumdan ona buna mesaj atıyorum saçmalıyorum, kafam güzel diye onun bunun tarafından takılmıyorum. O ve bu kim aslında ben de bilmiyorum. Onun bunun çocuklarının geçmiş ve şimdiden, gelecek 23 Nisan’ ını kutluyorum.
Bu yazıyı yazarak yaklaşık bir 12–13 dk daha geçirmiş oldum; mutluyum. Sıradaki parça: David Gilmour’ dan Then i close my eyes… Hadi şimdi siktirip gidelim….

BOK!!!






















“Dün iki kilo sıçtım”
“Ben dün bok gördüm”
“Benim bokum kol gibi”
“Benim bokum lokum gibidir”
“Bokunu yesem?”
“Sana karşı içimde bir parça bok kalmadı”
“Sakla boku milletin üstüne sıçarsın”
Örnekler çoğaltılabilir; bokta çoğaltılabilir. Bu bok meselesi canımı çok sıkıyor. Milletin içinde rahat rahat niye “bok” diyemiyorum yahu?! Bok işte bok… Her gün hepimiz bunu sıçıyoruz. Sıçma eylemi boksuz oluyor mu? Olmuyor. Nedense kötü sözcükler arasına girmiş; kullanılması hoş olmuyor. İyi de sen de sıçıyorsun bu, kahverengi –siyah- yeşil- kırmızı, senden de çıkmıyor mu kardeşim? Hayır, düşünsene Castin Timbırleyk’ de, Biyons’da sıçıyor düşünsene! Hepsinden iğrenelim o zaman. Aklına gelen en güzel, en yakışıklı insanı düşün işte; tuvalete girdi şu an, belki altına sıçmak üzere, boku baş vermiş, bırak beni diye bağırıyor. Altına sıçmıyor ama tuvalete yetişmeye çalışırken parça parça donuna küçük darbelerle iz bırakıyor; o halde yanına geliyor. Belki eli biraz önce… Neyse yeter.
Yani sonuç olarak bu boku, sıçmayı aşalım arkadaşım. İnsanlar rahat rahat “merhaba az önce sıçtım da rahatladım, sabahtan beri… “ diyebilmeli. Bir yerde otururken “ arkadaşlar, ben bir sıçayım da geleyim.” Denebilmeli.
Küçük su dökmeyle ilgili fikirlerim daha bir fantazik. Onu herkesin içinde anlatamayacağım.